Hasan Mert Kaya – Gravürleri bir şehrin bugün yerinde olmayan mimari dokusunun özellikle fotoğrafın olmadığı dönemler açısından birincil kaynakları arasında değerlendirmek yerinde olur. İstanbul özelinde ise Tarihi Yarımada, Haliç kıyıları ve bölgesi ile Boğaziçi hattı özellikle 17.Yüzyılın ikinci yarısı ve 19.yüzyıl gravürlerinde sanatçıların, mimar-ressamların çalışmalarında bolca tasvir edilmiş.
Osmanlı İstanbul’unun maddi görünümü, bugüne kalan bazı anıtların dışında, ağırlıklı olarak Batılı ressamların aktardığı kadarıyla biliniyor. İstanbul gibi evrensel değerler ifade eden bir kentin mimari ve kültürel hafızasının betimlemesini yapıyor oluşları gravürleri başlı başına bir başvuru kaynağı kılar. Eğer dikkatli ve analitik bir şekilde incelerseniz, gravürleri belgesel değer taşıyan, kentin fiziksel ortamı, anıtları, insanları ve yaşam tarzları açısından doyurucu bilgi sağlar. Görkemli Osmanlı Devleti’nin batılı gezgin ve entelektüellerce çok fazla merak edilen payitaht yani İstanbul, asırlar boyunca birçok batılıyı kendine çeken bir cazibe merkezi olageldi. Bu dönemlerde İstanbul’a gelen Avrupalı ressamların kendileri ya da patronları için yaptıkları gravürler fotoğraftan önceki Osmanlı İstanbul’unu bizlere tanıtır. İstanbul gravürlerinde yoğunlaşma Avrupa’da aydınlanma dönemini izleyen antik kaynakları arama arzusu ve oryantalizmin gelişmesinden sonra, yani 18.Yüzyılın ikinci yarısından sonra oldukça artar. Öte yandan Osmanlı hükümdarları Sultan I.Abdülhamid ve Sultan III.Selim’in Batılı ressamların resim yapmalarına izin vermeleri, İstanbul’un gravür zenginliğinin oluşmasında önemli rol oynadı. İstanbul kent yaşamının görsel kaynağı olarak gravürler, kent tarihini yazabilme açısından da paha biçilmez bir kaynak olarak önümüzde durur. Gerçekten de Grelot olmasaydı Topkapı Sarayı’ın 17.Yüzyıl ortasındaki görünümünü pek bilemeyecektik. Hilair, Melling, Bartlett, Allom gibi mimar ve ressamlar olmasaydı, 18 ve 19.Yüzyıllarda Türklerin İstanbul’da meydana getirdikleri muhteşem kent dokusunu bu netlikte göremeyecektik.
Melling İstanbul’da
Seyyah, mimar ve ressam olan Melling ilginç bir kişilik. Fransız asıllıydı ama 1763 yılında Almanya’da Baden, Karlsruhe’da doğmuş, İstanbul’a dönemin Rusya büyükelçisi tarafından getirilmişti. Sanata ve çizime düşkünlüğü muhtemelen heykeltraş olan babasından geliyordu. Onu kaybettikten sonra amcası ile birlikte Strasbourg’da yaşamaya ve Klagenfurt’ta mimarlık ile ressamlık öğrenimi görmeye başlamıştı. 19 yaşında geldiği İstanbul’da baş döndürücü yaşamı oldu Melling’in ve uzun yıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun emrinde seçkin bir saray mimarı olarak çalıştı. O adeta İstanbul’u şehrin bir yerlisi gibi görüp, detayları fark edebiliyor, ancak bu gözlem ve detayları tam bir batılı teknik ile çizip geleceğe aktarıyordu. Deniz ile şehir arasındaki ilişki onun çizimlerinde çok belirgin bir biçimde vurgulanıyordu.
İstanbul’daki ilk neoklasik yapı
Melling’in İstanbul’da en dikkat çekici çalışmalarının başında kuşkusuz, Sultan III. Selim’in kız kardeşi Hatice Sultan’ın Ortaköy Defterdarburnu’ndaki sahil sarayını restore etmesi gelir. Melling’in yeni bir tasarım anlayışı ile ele aldığı saray tamamlandığında İstanbul’daki ilk neoklasik yapı olarak kayıtlara geçti. Maalesef günümüze ulaşamayan bu sahil sarayı Boğaziçi’nin en görkemli yapılarından biriydi. İstanbul’da saray mimarı olarak birçok yapının inşa ya da restorasyonunu yapan Melling fırsat buldukça büyük bir tutkuyla şehrin değişik semtlerinin gravürlerini yapıyordu. Yıllar sonra, 1802 yılında Paris’e dönünce, İstanbul’dayken çizdiği gravürleri bir araya getirip yayına hazırlamaya başladı. Bir yıl süren çalışmaların ardından, 1803 yılında muhteşem eseri “Pittoresque de Constantinople et des rives du Bosphore” basıldı ve yayınlanışından hemen sonra hızla tükenip nadir eserler arasına girdi. Ek olarak Fransa İmparatoru Napolyon’un eşi İmparatoriçe Jozefin’in emrine girip peyzaj mimarı olarak çeşitli çalışmalar yaptı. Melling Paris’te geçen kalan yaşamı boyunca yayıncılığı oldukça sevdi 1819 yılına kadar çeşitli yayınlar çıkardı.
Hatice Sultan’ın Melling kalfasıydı
Melling ile Hatice Sultan arasındaki yazışmalar epey meşhurdur. Örneğin Hatice Sultan’ın: “Melling Kalfa, Sarık örtüsü ne kadar işlendi bakayım. Gergef ile alıp şimdi kendin getiresin. İnci veririm. Şimdi kendin getir sarık örtüsünü. Salı, saat 5” notu ile Melling’in Hatice Sultan’a ithafen yazmış olduğu: “Efendim bir mermer saksı buldum, pek güzel şeydir gece için. Nişin içinde mum koyu fener gibi ışık verecek. Onun için bu akşam getirdim ki Efendimiz baksın, kulları yarın sabah giderim ki Efendimiz baksın, kulları yarın sabah giderim icabına bakmak için. Efendim bu saksı Padişah Efendime hediye vermek için münasiptir. Bahası 150 kuruş istiyor” notları iki ismin ne kadar yakın mesai yaptıklarını işaret ediyor. İlginç olan, bu yazışmaların Latin harfleri ile yapılmış olması. Melling, Osmanlı harflerini bilmiyordu. Şehirde geçirdiği yıllar zarfında az da olsa Türkçe öğrenmişti. Bu yazışmalar günümüzde Fransa’da özel bir koleksiyonda muhafaza ediliyor. Yıllar sonra bu koleksiyondaki yazışmalar Jacques Perot ve Frederic Hitzel tarafından derli toplu bir hale getirilip Antoine Ignace Melling’in İstanbul’daki hayatı ve saray ile ilişkisi gözler önüne serildi. Türkiye’de de yayınlanan Hatice Sultan – Melling mektuplarının detaylarını inceleyen en önemli isim ise Robert Anhegger oldu.
Bilgi kutusu
Melling’in Fransa’ya döndükten sonra yayınladığı “Voyage pittoresque de Constantinople et des Rives du Bosphore” adlı eseri geçtiğimiz günlerde bir müzayede de vergi ve komisyonuyla birlikte yaklaşık 80.000 USD’a alıcı buldu. Orijinali sonra derece nadir olan bu eserin çok kaliteli bir tıpkıbasımı Demirören Yayınları tarafından basılarak okur ve araştırmacılara oldukça uygun bir fiyatla sunuldu. İçinde ağırlıklı olarak Boğaziçi olmak üzere 48 adet İstanbul gravürü olan eserde her gravür için de uzunca bir tanıtım, açıklama metni kaleme alınmış.
Bu haliyle eser, dönemin hem görsel hem de içerik bilgisi olarak en önemli başvuru kaynaklarından biri niteliğinde.
Mimarlığın ötesinde
Melling İstanbul’da geçirdiği yıllar boyunca gerçekten büyük bir performans sergiledi. İstanbul’a olan mimari dokunuşlarının günümüzde izlerini bulmak ne yazık ki artık çok zor. Ancak tasarlamış olduğu mendilleri, iskemleleri, keseleri, bez peçeteleri ve yağlıkları saray koleksiyonları arasında araştırıp bulmak belki mümkün. Keşke Hatice Sultan için yapmış olduğu labirent bahçe, Defterdarburnu Sarayı’na ve Sultan III.Selim için Beşiktaş Sarayı’na yaptığı köşkler günümüze ulaşabilseydi. Kuşkusuz onun İstanbul merakına da kent hafızasına önem verenler olarak borçluyuz. Detaylara önem veren bir farkındalıkla şehri karış karış gezip resmetmesi, insanları, mekânları, düğün ve bayram alaylarını, yalıları, çeşme ve kahvehaneleri çizimlerine aktarıp, ardından bunları arşivleyip yayınlaması gerçekten takdire şayan bir çalışma.